Yazılarım
Yazılarım
14:01
01.09.2019
Türkiye’de oldukça geniş bir alanı içeren kültür politikasıyla ilgili olarak öteden beri çok çeşitli bağlamlarda farklı etki ve etkenlerle önemli tartışmaların yaşandığını biliyoruz. Müzeler, görsel sanatlar, sahne sanatları, müzik, müzikal tiyatro, kültürel miras, somut ve somut olmayan kültürel mirasın korunması, müşterek kültür, kültürel çeşitlilik, insani bilimler gibi her türlü kültür ve sanat ögesini içeren bir alan söz konusu olunca bunlar çok tabii karşılanabilir.
Günümüz gerçeklerini de göz önünde bulundurarak, kültür-sanat alanındaki yaklaşımları zenginleştirmek, farklı aktörlerin kültür tartışmalarına dâhil olma biçimlerine bakmak ve geleceğin kültür politikalarının yaratım sürecine katkıda bulunmak için dünyadaki ve Türkiye’deki bazı gelişmelere temas etmek gerekiyor.
İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki Avrupa’da kültür politikaları ve bu alanda yürütülen inceleme ve tartışmaların, Türkiye’de uzun bir geçmişe sahip olduğu söylenemez. Buna karşın 1990’lardan itibaren ülkemizde de kültür politikaları konusu önce kültür çevrelerinde, sonra akademik ortamda ardından da resmî kurumlar tarafından üzerinde durulan belirgin bir çalışma alanı hüviyetine kavuştu.[1] Konuya bir giriş niteliğinde olması hasebiyle sanat ve kültür politikası alanındaki düşünce, uygulama ve dönüşüm süreçlerini anlamlandırmak için öncelikle adı sıklıkla anılan, hakkında epeyce yazılıp çizilen çok boyutlu bir kavram olan kültür politikası kavramının içeriğini yeniden düşünmek gerekir.
Bir ülkede kültürün geliştirilmesi için kültürle ilgilenen devlet kuruluşlarının ve sivil toplum kurumlarının kültür alanında izledikleri siyasetleri içeren kültür politikaları kavramının yaygınlaşması sürecinde Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü’nün (UNESCO) önemli bir rolü olmuştur. Kültürle eğitimin birlikteliğinin mücessem hâli diyebileceğimiz kurumun, 1965-1974 yılları arasında genel müdürlüğünü üstlenen René Maheu, kültür politikalarını, İkinci Dünya Savaşı’nın akabinde 1948’de kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 27. maddesindeki kültür kavramına dayandırarak açıklamaktadır.
Her ülkede kendine özgü biçimlerde ortaya çıkan kültür politikalarının tarihine odaklanan çalışmaların temelinde, kültür hakkı fikrinin ve bu terkibin genel modern kullanımlarının, Fransız düşünce hayatında İkinci Dünya Savaşı sonrası diye nitelenen dönemde belirginleştiği keşfi yatar. Peki, bu nasıl gerçekleşmiştir? Aslında René Maheu adıyla özdeşleşen kavramın mahiyeti Fransa’da Charles de Gaulle devrinde 1959’dan 1969’a kadar Kültür İşleri Bakanlığı görevini üstlenen André Malraux döneminden itibaren kültürel etkinliklerin düzeyini arttırıp, bu etkinlikleri çeşitlendirmek ve insanların bunlardan yararlanmasına, kültür tüketimine yönelmesine imkân tanımaya yönelik düzenlemeler göz ardı edilerek kavranamaz. Nitekim 24 Temmuz 1959 tarihli kararnamenin ilk maddesinde, Fransa’da kültür işlerinden sorumlu bakanlığın görevi, insanlığın ve öncelikle de Fransa’nın büyük eserlerinin Fransızların olabildiğince geniş bir kesimi açısından erişilebilir kılmak, kültürel mirası daha fazla insana ulaştırmak ve bu mirası zenginleştiren akıl ve sanat eserlerini yaratmak şeklinde tarif edilmekteydi.[2]
Kültür İşleri Bakanlığının yol haritası kabul edilen bu madde, hem evrensel hem de yerli kültür vurgusu yapmanın yanında kültür iradesiyle sanata ve kültüre erişimi sağlama arzusunu yansıtır. Zaten André Malraux, mevcut modelleri dayatmakla değil, fırsat yaratmakla daha çok ilgilenmiştir. Kültürle ilgili sloganının da “sadece burjuva hayatının güzelleşmesinin hizmetinde olan değil, herkesin istifadesine sunulan bir kültür” şeklinde olması başarısının altında yatan temel düşünceyi aşikâr kılar.[3] İşte bireylere kültürel potansiyellerini geliştirecek fırsatlar sunan bu kültür siyaseti içinde yetişen ve alanında hayli çalışma yapan Maheu, “her kişinin toplumun kültürel yaşamına özgürce katılma hakkı”nın altını çiziyordu. Kültür politikalarının eski anlamı 1990’lardan sonra belli ölçüde değişmiş olsa da her insanın nasıl bir eğitim hakkı, bir çalışma hakkı varsa bir de kültüre erişim hakkının var olduğu şeklindeki yaklaşım geçen yıllar içinde daha da güçlenmiş durumdadır.
Aslında günümüzdeki kullanımı ile sanata verilen desteği içeren kültür politikası, kültür kavramının icadından iki yüz yıl kadar önce başlamıştır. Bunu anlamak için Fransa’da kraliyet mensuplarının çabalarına ve girişimlerine bakılabilir. Zira bu ülkede culture, o güne kadar halkın sahip olmadığı sanatsal lezzetleri ortaya çıkarmak, öğretmek, sanata karşı ilgiyi arttırmak amacıyla hükümetin çabalarının kolektif unvanı şeklinde belirginleşmiştir.[4] Hâl böyle olunca kültür politikasının mahiyetini anlamaya çalışırken, kültürel hayata erişim ve katılım dolayısıyla insanların bu haktan yararlanabilmeleri için birtakım araçların sağlanması gerekliliği de kendiliğinden ortaya çıkar. Kültürü siyaset ve sosyal hayatla ilişkilendiren Maheu, insanların kültüre erişimlerinin diğer bir ifadeyle kültür hakkının sağlanması için kültür politikasına ihtiyaç duyulduğunun farkındaydı.[5] Kaldı ki, kültür politikası kavramının göndermede bulunduğu meseleler, ancak böyle bir bağlam içerisinde layıkıyla anlaşılabilir.
Dünyada yaygın bir şekilde tartışılan kültür politikalarına zemin teşkil eden UNESCO, kültür politikalarını önce uzmanların katıldığı toplantılarda ele aldı, sonra da 1970’te Venedik’te düzenlenen hükümetler arası bir konferansta gündeme getirdi. Pek çok toplantının ardından UNESCO, üzerinde enine boyuna durulmaya değer şu tanımı yapmıştır:
Yerel, ulusal, bölgesel veya uluslararası düzeyde kültüre odaklanan, bireylerin, grupların kültürel ifadeleri üzerinde doğrudan bir etkiye sahip olacak şekilde tasarlanan, kültürel faaliyetlerin, malların ve hizmetlerin yaratılması, üretimi, yayılması, dağıtılması ve toplumların bu alanlara özgürce erişimini de kapsayan bir yönetim çeşididir.[6]
Hiç şüphesiz kültür alanı, siyasi, hukuki, ekonomik ve sosyal açıdan yoğun bir etkileşim ve hareketliliğin yaşandığı ama aynı zamanda bakış farklılıklarının öne çıktığı mecraların başında gelir. Genel olarak devletin kültürel alanla münasebetine bakıldığında kültür politikalarında hamilik, monarşik ve cumhuriyetçi şeklinde özetleyebileceğimiz tutarlı bir gelişim seyri karşımıza çıkar.[7] Geçmişten günümüze kültürde politika geliştirme ve strateji hazırlama sürecinde devletin mi, yoksa sanatçı, yazar yahut kültürel alanın diğer aktörlerinin mi belirleyici olması gerektiği hususunda süregelen bir ikilem söz konusudur. Farklı kesimlerin müzakerelerini yansıtan ve aslında kolektif bir süreç şeklinde ele alınması uygun düşen kültür politikası metinlerinde kültürle ilgili konuşmalarda olsun bu husus mutlaka gündeme gelmektedir.
Bu hususu Cumhuriyet Türkiye’sinde kültür politikalarının tarihsel süreç içerisindeki değişen aktörleri ve katılım düzeylerine bakarak rahatlıkla tespit edebiliriz. Ülkemizde mecburi kültür değişmelerinin belirleyici olduğu (1923-1950) dönemini siyasi bölünme ve kutuplaşma (1950-1980) izlemiştir.[8] Kültür ve sanat temelli etkinliklere erişim ve ilginin de gündeme geldiği bu ikinci dönemin kültür politikaları bakımından en önemli gelişmelerinden biri de Kültür Bakanlığı’nın kurulmasıdır.[9] Adı pek çok evreden geçerek kimi zaman Kültür Müsteşarlığı kimi zaman da günümüzdeki gibi, Kültür ve Turizm Bakanlığı şeklinde de olsa Kültür Bakanlığı kültür politikasının ana yönelimleri açısından son derece önemli katkılar sunmuştur.
Çok şaşırtıcı olaylarla birlikte Türkiye’nin bir kültür probleminin bulunduğunun müşahede edildiği bu dönemi kültür politikaları nokta-i nazarından küreselleşme sürecinin öne çıktığı 1980 sonrası dönem takip edecektir. Kültür hakkından kültürel haklara ve çeşitliliğe dolayısıyla da çoğulculuğa doğru bir dönüşümün yaşandığı bu süreçte, devlet sektörünün yanı sıra kökleri 1970’lere uzanan bağımsız bir kültür-sanat sektörü de gelişti. Kültür endüstrisi temsilcileri, özel şirketler, meslek örgütleri, kâr amacı gütmeyen sivil toplum kuruluşlarını içeren bu bağımsız sektörler çok geniş yelpazede kültürel etkinlikler düzenlediler. Bu olgunun, kültürün kamunun müşterek malı olma özelliğini de ciddi biçimde sarstığı ve giderek tümüyle tartışılır kıldığını eklemeye gerek yok.
Kültür-sanat alanına yapılan yatırım ve bu alandaki faaliyetlerin ivme kazandığı bu dönemde kültür sektöründe merkezi yönetimin dışında yerel yönetimler, sivil toplum kurumları, yayıncılar, dernekler, vakıflar alanı canlandırmış ve önemli bir birikim oluşturacak kadar görünürlük kazanmıştır. Kültür politikaları için bir laboratuvar görevi gören ve esasen sponsorlukla finanse edilen etkinlikler neredeyse kültür politikasını belirler duruma gelmiştir. Dünyanın pek çok ülkesinde ve Türkiye’de kültür üretimi ve tüketiminin çıktısı olan büyük etkinlikler arasında başlıca festivaller ve fuarlar son derece önemlidir. Eğitsel, sanatsal, sosyal, siyasi ve ekonomik tesirleri göz ardı edilemeyecek olan etkinlikler kültürel alandaki kurumsal aktörlerin yapısını da köklü bir şekilde dönüştürmüştür. Dahası dijitalleşmenin yol açtığı yeni süreçler karşısında kültürün toplumla ilişkisine dair fikirler de değişiyor.
Türkiye’de kültür politikalarını anlamak ve anlamlandırmak için mutlaka tarihsel bir arka plana ihtiyacımız var. Ne var ki, Türkiye’nin geleceğe dönük kültür politikaları üzerine çalışan ve metin üreten çevrelerin önemli bir kısmı Türk milletinin kültürel kaynakları ve değerleri konusunda bilgi sahibi değiller. Bu çevrelerin kültür konusundaki genel eğilimi yeni sosyal hareketlerin temalarını, bunların değerlerini ve son kertede sadece Avrupalı kültürel çoğulculuğu/çeşitliliği öne çıkarmak biçimindedir. Yerli kültüre karşılık gelen kültürün içerdiği noktaların hemen her durumda tahfif edilmesi de bununla bağlantılıdır. Avrupa’da öne çıkan kültürel çeşitlilik söylemini takip eden 1993 tarihli Viyana Deklarasyonu kültürel haklar kavramını kültür politikalarında belirginleştirdi. Aslında yeni kültür politikaları bağlamında tartışma gündemine dâhil olan meselelerin boyutları akışkan zamanlarda kültürün kazandığı yeni anlamları da gözler önüne sermektedir.[10] Bu politikaların ana yönelimlerine dair asıl can alıcı husus, kültürel farklılıklara duyarlıkla çoğulcu bir anlayışı birleştiren bu yaklaşımın farklılıkları kültürel haklar çerçevesinde politikleştirerek millet bağını kuran müşterek kültürü çözmeyi öne çıkarmasıdır. İlgi ve bilgileri kültürel çeşitlilikle sınırlı çevrelerin yerleşiklik kazanan tercihleri kültür politikasıyla ilgili tartışmaların yüzeysel kalmasını beraberinde getiriyor. Oysa bu türden bir yaklaşım, Türkiye’nin bugünkü ve gelecekteki kültür politikasına yön vermek için yeterli bir çerçeve sunmaktan hayli uzaktır. Bu geçmişten kopuk kültürel pratikleri çoğaltmaktan başka bir işe yaramadığı gibi, Türkiye’nin kültürel iddiasını da temelsiz kılacaktır.
Türkiye’nin kültür politikalarını hak ettiği ölçüde bihakkın değerlendirebilmek için modernleşme sürecinde yaşanan kültür sarsıntıların yol açtığı özel durumu dikkate almak gerekir. Aksi takdirde söylenecek her şey eksik kalacaktır. Çünkü Türkiye, Osmanlı İmparatorluğu devrinden başlayan uzun, ıstıraplı bir “mecburi kültür değişmesi” yolundan geçerek bugüne gelmiştir. Başarılı ve başarısız yönleri bir tarafa bu uzun dönemde aydınlar seviyesinde bir kültür bütünlüğü teşekkül etmemiştir.[11] Günümüz Türkiye’sinde kültür politikasının değerleri, hedefleri ve perspektifleri üzerine tartışanların birbirlerini duymadığı, farklı diller konuştukları hatta aslen uzlaşmaz kanaatlere yöneldikleri izlenimi edinilebilir. Bu ise, çağdaş kültürel gelişmeleri olduğundan daha çok önemseme ile geçmişteki kültürel başarılara nostaljik bir hayranlık duymanın neticesidir. Oysa bu süreçte etkili bir kültür politikası geliştirebilmek için yapılması gereken Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın ifadeleriyle, “günümüzün ihtiyaçlarıyla yeniden yorumlayarak kültürümüzü ihya etmek, ayağa kaldırmak, geleceğe taşımaktır. Bunun için teslimiyeti değil tahkimiyeti esas alan yaklaşımla, millî kültürümüzü yaşatma ve geliştirme yolunda üzerimize düşenleri hep birlikte yapmalıyız.”[12]
Türkiye’de kültür politikasının, kültürel çeşitliliği öne çıkaranlarla tarihi, mirası ve geleneksel biçimleri koruma üzerine yoğunlaşanlar arasında gelgit yaşadığı söylenebilir. Kazanmaktan ziyade yatırımı esas alan kültür politikaları bu bakımdan önümüzdeki yıllarda çok daha önemli hâle gelecektir. Öte yandan bu duruma nasıl yaklaşacağımıza dair bir seçeneğimiz var aslında. Erol Güngör’ün yıllar önce işaret ettiği üzere Kültür Bakanlığı’nın “Türkiye’de çağdaş bir millî kültürün teşekkülü ve kuvvetlendirilmesi yolunda”[13] en geniş imkânları seferber etmesi lazımdır.
Türkiye’nin kültürel potansiyelini yeniden düşünmek, sorunları tespit etme ve çözüm önerileri hazırlamaya yönelik çalışmalar bakımından Kültür ve Turizm Bakanlığımızın 3-5 Mart 2017’de düzenlediği III. Millî Kültür Şûrası oldukça önemliydi. Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın himayelerinde, Kültür ve Turizm Bakanımız Sayın Nabi Avcı’nın direktifleriyle Şûra sürecini başlatıldı. İlki 1982, ikincisi 1989’da düzenlenen Kültür Şûrası’nın uzun bir aranın ardından sonra “kültürel kalkınma için topyekûn harekât” idealiyle toplanması, kültür politikalarının düşünülmesi yönünde atılacak adımların ne kadar hayati olduğunu göstermiştir.
Anlam üretme süreci diye de tanımlanan kültürün paylaşım, tartışma ve farklılıklar karşısında açık olması gerektirdiği biliniyor. Kültür aktörlerini bir araya getiren III. Millî Kültür Şûrası’nda ömrü hayatı boyunca kültür alanında yapılanlardan ziyade yapılamayanlar üzerinde duran merhum Prof. Dr. A. Halûk Dursun hocamızın başkanlığındaki “Kültür Politikaları Komisyonu” alanı hem serinkanlı bir çerçevede hem de çok somut dönüşümleri dikkate alarak analiz etti. Başka bir ifadeyle, kamusal alan kültürle kolektif bir aktör olan devlet yeni sorgulamaların konusu oldu. Zira kültür politikası kavramını, sadece devlet ve hükümetle sınırlandırmanın yanlışlığı vurgulamakla kalınmadı; kültürde devletin rolünün kültür hayatını açan, yön veren ve destekleyen bir yapıda olması gerektiği belirtilerek kültürü siyasetin emrine verme konusundaki kısırdöngüye düşülmedi.[14] İşte tam bu noktada kültür politikasıyla ilgili komisyonun, kültür politikası süreçlerine katkı sağlayacak adımlar atılması için sunduğu önerilerden birkaç alıntı yapmak yerinde olacaktır:
Kültür politikalarının uygulanmasında en temel unsur, benimsenen politikaların arkasındaki felsefe ve bakışın tespit edilmesidir. Bu anlamda yeni uygulamaya alınacak kültür politikaları tek taraflı olmamalı ve var olan kültürel birikim de göz ardı edilmeksizin hayata geçirilmelidir.
Kültür politikalarının üretilmesinde; havza ile hafıza arasındaki bağları sağlıklı temeller üzerine kurmak, geçmişi tüm yönleriyle değerlendirmek, tarihimize ilişkin tüm zenginlikleri kucaklamak ve günümüz şartlarının gerçekliğinden kopmamak büyük önem arz etmektedir. Bunun için de söz konusu kültürel havzaların doğru tespit edilmesi gereklidir.
Kültürel ve sanatsal etkinliklerin her yerde erişilebilir olması, bireylerin sanatsal ve kültürel üretime katılması için ilköğretimden başlayarak eğitimin her kademesinde bireyin sanatsal ve kültürel araçlarla kendisini ifade etmesinin önemi vurgulanmalı, kültürel okuryazarlık geliştirilmeli, başta TRT olmak üzere tüm medya kuruluşlarının yayınlarında sanat ve kültüre daha fazla yer vermesi teşvik edilmelidir.[15]
Hiç şüphesiz yeni kuşakların aktif bir biçimde kültür sanat etkinliklerine katılması yönündeki ilave öneriler de dâhil olmak üzere kültür politikası ile ilgili fenomenler etrafındaki tartışmalar bunlarla sınırlı değildi. Kültür varlıklarının ve mirasının korunması için etkinlikleri olan bakanlıkların, kamu kurumlarının, yerel yönetimlerin özellikle kültür sanat kurumlarının katılımı için elverişli şartların nasıl yaratılabileceği üzerinde duruldu.
Türkiye’nin kültür politikalarının konuşulup tartışıldığı III. Millî Kültür Şûrası’nın diğer komisyon raporlarında da kültür hayatına yön verecek kapsamlı teklifler sunuldu. Yerli ve millî kültürün korunması ve geliştirilmesi, kültür ekonomisi, mimari, medya, kültür mirası, sahne sanatları, görsel sanatlar, yayıncılık, yerel yönetimlerin kültürümüze katkıları ele alındı. Ayrıca aile, kültürel yapılara ve genel olarak kültüre erişimin arttırılması ve çocuklarla gençlerin kültürel faaliyetlere yönlendirilmesi gibi hususlarda söylenenler ülkemizin kültür politikası, ihtiyaçları ve sorunları üzerine düşünen, çalışan herkes için değerliydi. Bu yönüyle III. Millî Kültür Şûrası, kültür dünyamızın öncelikli meselelerini hep birlikte düşünmenin kültür pratiklerinin güçlendirilmesi ve kapasite artırımı bakımından ne kadar değerli olduğunu ortaya koymakla kalmadı, kamuoyunda kültür politikasının merkez sahnesine çıkmasını da sağladı.
Kültür ve sanatımızı çok geniş bir yelpazede temsil ettiği için “son dönemde yapılan en belirgin çalışma”[16] şeklinde nitelenen III. Millî Kültür Şûrası, kültür ve sanatımız olabildiğince geniş bir yelpazede temsil edilebilsin düşüncesiyle 17 farklı komisyondan teşekkül etti ve üç gün sürdü. Muhakkak çok kapsamlı olan raporlarda birçok eksik ve hata görülebilecektir. Ancak kültürün iktidarının çeşitli boyutlarını masaya yatıran III. Millî Kültür Şûrası’nın Türkiye’nin kültür politikalarının tanımı ve öncelikli tekliflerin hazırlanmasında entelektüellerin, akademisyenlerin, yazarların ve uzmanların deneyimlerini, bilgilerini ve duyarlılıklarını yansıtması bakımından çok önemli olduğunda şüphe yoktur. Bu yönüyle Şûra, yerli olmadan evrensel olunamayacağı şeklindeki perspektifiyle hem kültür politikasını ele almış hem de bu alandaki temel kabullerin gözden geçirilmesi sürecine yeni bir boyut daha kazandırmıştır.
Kültür sektörü içindeki iletişimsizliği gidermesi bakımından bir işaret fişeği de olan III. Millî Kültür Şûrası’nın üzerinden çok fazla zaman geçmedi. Bazen bu kitabı ya da bazı bölümlerini yeniden okumak için elime aldığımda şûra ile kültür politikasının temel meselelerinin belirgin kılındığını hemen fark ediyorum. Tartışmaları, hedefleri ve perspektifleri ile III. Millî Kültür Şûrası, değerli Alev Alatlı’nın veciz ifadesiyle “Dünyanın iyiliği için Türkiye” yaklaşımıyla kültürümüzü, sanatımızı, edebiyatımızı ve değerlerimizi tüm insanlık için geliştirmenin gerekliliğini bir kere daha hatırlattı. Kültür alanına bütüncül bir bakış yönelten III. Millî Kültür Şûrası, ülkemizin zor zamanlardan geçtiği bir dönemde kültür politikasının yeniden nasıl düşünülmesi gerektiğini alanın kendi yöntem ve amaçlarıyla ele aldı. Aynı zamanda daha cesur adımlar atmak için ihtiyaç duyulanlar konusundaki yaklaşımıyla kültürel bir ufuk çizdi.
Kültür politikası hedeflerinin başarıya ulaşması için yapılması gerekenleri daima kritik bir bakışla değerlendiren Prof. Dr. A. Halûk Dursun hocamız kültürün yayılması, korunması ve gelecek kuşaklara aktarılması için kurumlar arasında etkin ve canlı bir iş birliğinin zaruretini her zaman işaret ederdi. Aslında kültür ile eğitimin birlikte düşünülmesi sahip olduğumuz kültürel değerlerin toplum tarafından benimsenmesi ve gelecek nesillere aktarılmasına katkıda bulunacaktır.[17] Türkiye’de son yıllarda kültür politikası alanında yaşananları anlamak ve çeşitli politikalara hayat verecek bir strateji geliştirmek için şu ifadeleri hep beraber yeniden düşünelim diyorum:
Bakanlığın, farklı birimlerle ortak cephe oluşturması lazım çünkü büyük bir cephe savaşı veriyoruz ve maalesef kaybetmek durumundayız. Bu savaşı, büyük kültür savaşını kaybetmek üzereyiz. Bu cephe savaşı büyük bir savaş ve içinde mevzileri var. Bu mevziler bir üst kurul, genel komuta tarafından yönetilmesi, harekât ve stratejik planlarının yapılması lazım. Nasıl yapılması gerektiğine dair, meselenin büyüklüğüne kendimizi inandırmamız gerekiyor. Ben meselenin önemini ifade edebilmek için kötü bir ifade olmasına rağmen ‘savaş’ diyorum çünkü bizim çok büyük bir kültür meselemiz var, bu kültür meselesini bir büyük mücadele ve meydan savaşı halinde nasıl kazanabiliriz, ne yapabiliriz?
Buradan bakıldığında bakanlık tek başına bir şey yapamaz, yanına paydaşlar ve arkadaşlarımızı almamız lazım. Bu cephe arkadaşlığı ve paydaşımızın ilki Millî Eğitim Bakanlığıdır. İlk programı Ankara’da bir eğitim, kültür anlamında da bilge bir adam olan Prof. Dr. Nabi Avcı ile yaklaşık 5 sene önce başlattık ve dedik ki ‘Kültür meselesinde bakanlığın yapabilecekleri ancak Millî Eğitim Bakanlığı ile bir araya gelmek, saf tutmak, suretiyle olur.’ Bu safları birlikte tutmamız lazım çünkü tek başına olmaz.[18]
Geçmişten geleceğe uzanan kültür politikaları için istikamet tayin eden bu ifadeler tüm ikilemleri gidermek, meydan okumalarla yüzleşmek ve çağdaş kültürümüzün teşekkülü bakımından cesaret vericidir, zira kültür atılımını bütün boyutlarıyla birleştirici bir çizgide gerçekleştirmek için yeni bilgi, yeni deneyim, yeni müştereklikler teklif etmektedir. Kültür politikalarıyla ilgili kurumların kültür odaklı kararlarının, niçin kültürün diğer aktörleriyle birlikte saf tutarak alınması gerektiğini bir kere daha hatırlatmaktadır. Elbette topyekûn bir zihniyet değişimini gerektiren bu perspektifin algılanması için daha epeyce gidilecek yol var. Bugün dünya ile bağlantılı yerli bir kültür anlayışını yerleştirmek için gerekli olan bakış, alanın aktörlerinin kültür politikalarının değerini millet bağıyla birlikte düşünmeleriyle doğrudan bağlantılıdır.
Şu hâlde kısaca ifade etmek gerekirse, Türkiye’nin bütünlüklü bir kültür politikası gelişimi bakımından büyük imkânlar sunan yeni bir dönemin eşiğindeyiz; bunun için kültür politikası tartışmasını yukarıdaki ana prensipler ışığında tekrardan ibaret olmayan boyutlara taşımak ve cevap arama sürecini birkaç adım daha ileriye götürmek gerekmektedir. İnanıyorum ki bu sayede kültürün iktidarı perçinlenecektir.
Ömer Arısoy
Kültür ve Turizm Bakanlığı Eski Müsteşarı
Zeytinburnu Belediye Başkanı
Merak ettiklerinizi bana sorabilirsiniz!
İLETİŞİM FORMU